Aralık 2017’de açığa alındım. Açığa alınma gerekçem, kardeşime yönelik Bylock kullanım isnadı idi. Ben daha önce ihraç edildim. Çünkü ByLock konusunun üzerine gitmiştim. Kardeşim 3 Kasım 2016 tarihinde açığa alındı.

Biz şanslı idik. 4 Kasım tarihinde, bir gün sonra, gerekçeyi öğrendik. 8 Kasım 2016 tarihinde; ByLock ile ilgili muhtemelen ilk defa hazırlanmış olan 26 sayfalık kapsamlı bir raporu, kamu kurumlarına kendi imzamla sundum. Birçok kamu kurumuyla paylaştım. Bizzat giderek yetkili makamlara anlatmaya çalıştım.’

Ancak bunu yaparken kendi kurumumda, üst düzey bir bürokratla, bir tartışmamız oldu. Bana dedi ki “ByLock delilini çürütmeye çalışıyorsun.” Halbuki benim çürütmeye çalışmak gibi bir amacım yoktu. Bilakis bu işin doğru yapılmasını amaçlamıştım.

Bir iç denetçi olarak da temel görevim, idarenin işlerinin sağlıklı yürümesine katkı sağlamaktı. Bu tartışmadan sonra, daha üst düzey bir bürokratın “Bir KHK lık işi var. Kendisini ne zannediyor?” cümleleri bana iletilmişti. Maalesef bürokrasimizde bir hastalık vardır. Çalışanlar genellikle üst amirlerine doğruyu söylemezler. Problemleri olduğu gibi yansıtmazlar.

ByLock konusunda başlangıçta bir algı oluşmuştu. Bu algıyı iyi niyetli olmayan kişiler oluşturmuştur.

Bu kötü niyetli algının düzeltilmesi için yapmış olduğum gayretler de tamamen farklı yansıtılmıştır. Ve ben 689 sayılı KHK ile ihraç edildim. İhraç edildiğimde, yaptığım ilk paylaşımlardan birisi şu oldu. Etrafıma söylediğim bir cümleydi bu aynı zamanda. “Siz sanmayın el vurdu bana, öpmeye kalktığım el vurdu bana” demiştim. Bu süreç çoğunlukla, “devleti, ne yaparsa yapsın eli öpülmesi gereken bir anne, bir baba” gibi gören insanları mağdur etti.

Kamuda çalışırken yaptığım işin aynısını yapmaya çalışıyorum. Ne yapmaya çalışıyorum? Problemleri olduğu gibi anlatıyorum. Tamamen hukukun içerisinde kalmaya çalışıyorum. Hukuken teknik olarak doğru olanı anlatmaya çalışıyorum.

Bilimsel olarak hukuken doğru olan, aynı zamanda vicdanen de doğru olanı anlatmaya ve yapmaya çalışıyorum.

Süreci doğruya yönlendirmeye çalışmak benim ihraç olmama neden oldu.

Benimle benzer durumda olan; yani yakın akrabası, kardeşi bir isnada maruz kalmış insanlar, kamuoyunun yakından tanıdığı kişiler, bakan olabildiler. Büyük elçi olabildiler. Hatta OHAL komisyon üyesi olabildiler. Ben bunu konuşmaktan büyük bir utanç duyuyorum, hukuk adına. Ancak adaletsizlikle de eşit davranılmadı.

Eğer bu kişilerin yapmış olduğu görevler; benim geçmişte yapmış olduğum Milli Savunma Bakanlığı ‘ndaki iç denetçilik görevinden daha az kritik ise, ben de bakanlık, büyük elçilik ya da OHAL komisyon üyeliği yapabilirim. Bu görevleri de yeterince iyi yapacağıma inanıyorum. Adalet mülkün, yani devletin temelidir. Ben daha önce asker olduğum için her şeyi tabii ki açıktan yazamıyordum, söyleyemiyordum. Sosyal medyada bugünkü gibi rahat paylaşımlar yapamıyordum.

Örneğin; Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde ortaya koyduğum tavır silahlı kuvvetler içerisinde çok fazla kişi tarafından bilinmektedir. Özelikle komutanlarım tarafından bilinmektedir. O süreçte benim ağzımdan ETÖ kelimesi çıkmamıştır. O süreçte, tutuklu olan silah arkadaşlarımın eksik kalan maaşlarının bizler tarafından tamamlanması için çalışan ekipten biriydim. Onların hukuki savunmalarına destek olmaya çalışanlardan biriydim.

Hakeza barış akademisyenleri bildirilerini yayınladıklarında da. Ben o gün Harp Akademileri’nde idim. Şöyle bir cümle sarf etmiştim: “İçerik olarak tartışılabilir, içeriğine katılabiliriz, katılmaya biliriz. Ancak katılmasak da bu bir ifade özgürlüğüdür. Aynı zamanda da akademik özgürlük kapsamındadır. Akademik özgürlüğe zarar vermek ülkemize çok daha büyük zararlar verir. Bundan kaçınmamız gerekir. İnsanlar rahatça kendilerini ifade edebilmelidir.”

Ben bütün meslek hayatım boyunca ilkeli bir tavır takınmaya çalıştım. 15 Temmuz sonrasında yapılan idari tahkikatlarda da, silah arkadaşlarım ile ilgili bana sorular yöneltildiğinde, benim ne cevap verdiğim kayıtlar da vardır. Ben herkesle ilgili hukuk içerisinde, masumiyet karinesine uygun cevaplar verdim. Masumiyet karinesinin mutlaka ve mutlaka dikkate alınması gerektiğini, benimle yapılan her görüşmede vurguladım. Dolayısıyla benim tavrım, tarzım değişmedi. Hukuk içerisinde kalmaya, ilkeli hareket etmeye çalıştım.

İhraç olmasaydım, tabii ki bu derece rahat, sosyal medyada ya da farklı platformlarda bu konuları gündeme getiremeye bilirdim. Bu sürecin başlangıcında üç duam olmuştu. İlk duam, kimsenin günahını girmemek. İkincisi, mümkün olduğunca çok insana fayda sağlamak. Üçüncüsü de; hiçbir koşulda, hiçbir şekilde kullanılmamak.

İlk iki duamın kabul olduğunu düşünüyorum. Üçüncüsünün de kabul olması için, elimden gelen dіkkatі ve gayreti göstererek, yaptığım her faaliyetin, yazdığım her bir cümlenin hukuk içinde olmasına çalışıyorum.

Süreç içerisinde binlerce insanın duasında yer almak nasip oldu bana. Birçok insan, hiç tanımadığım, mağdur olmuş ama bir şekilde çalışmalarımdan faydalanmış insanlar, bana hediyeler gönderdiler. Dua ettiklerini ifade ettiler. Ben bundan büyük bir mutluluk duydum. Bu benim adıma sürecin en büyük kazanımıdır. İki örnek vermek istiyorum. Biliyorsunuz bana henüz avukatlık ruhsatı verilmedi. Takipsizlik almış olmama ve takipsizlik üzerinden yirmi ay geçmiş olmasına rağmen iade edilmedim. Avukatlık ruhsatında da problem yaşıyorum.

Ancak hiç yüz yüze görüşmediğim, kendisini hiç tanımadığım bir insan, avukat da yazarak, “Avukat Levent Mazılıgüney” şeklinde bir іsіmlі kalemlik yapmış. Tamamen kendi el emeği. Bunu bana hediye olarak kargoyla gönderdi. Benim için büyük bir mutluluktur. Bir gün avukatlık ruhsatını aldığımda da bu benim masamda olacak.

Bir diğeri Habibe Sineklioğlu. Kendisi bir tezhip sanatçısıdır. Burada “Barek Allah” yazıyor. Kendi ifadesiyle “her bir fırça darbesini dua ederek yaptım.” Bu da benim için çok değerli. Ofisim nerede olursa olsun, duvarımda bu asılı olacak.

Ben mühendislik, hukuk ve iktisat mezunuyum. Mühendisliğin farklı alanlarında 3 ayrı yüksek lisans yaptım. Bu süreç nedeniyle sürekli ertelediğim doktoramı da bu yıl içerisinde bitirmeyi planlıyorum. Sertifikalı 120’nin üzerinde farklı alanlarda eğitimim var. Adli bilişim uzmanıyım, iş güvenliği uzmanıyım, acil durum ve afet yönetim uzmanıyım. Buna benzer uzmanlıklarım var. Bu süreçte beni en çok üzen noktalardan bir tanesi; enerjimi ülkem adına faydalı olabilecek, ekonomiye katkı sağlayabilecek faaliyetler yerine, benim tabirim ile, “delillerin kuyuya attığı taşları” çıkarmak için harcıyor olmamdır. Maalesef bu süreci rasyonel olarak tanımlayamıyorum. Hukuki olarak tanımlayamıyorum. Genel olarak bir delilik hali olarak tanımlıyorum. Bu delilik halinin bir an evvel son bulması için gayret ediyorum. Enerjimi üretime yönlendiremedim.

Ancak ByLock konusunda, ankesör konusunda ve başka teknik konularda yapmış olduğum çalışmalar birçok insanın duasında yer almama vesile oldu. Bundan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bunlardan ilki “mor beyin” çalışması idi. Diğer çalışmalarım da bilinmektedir.

Hepimizin bildiği gibi, yargılamalar adil değil. Mücevher değerinde olan takipsizlik ve beraat kararları dahi idare tarafından tartışmaya açılıyor. Takipsizlik ve beraat alanlar dahi haklarını ulaşamıyorlar.

Takipsizlik ve beraat almış bir insan, ya da üzerinden yıllar geçmiş herhangi bir adli işlemi olmayan insan dahi haklarını alamaz ise toplumda adalete güven kalmayacaktır. Sosyal medyada ya da basında, takipsizlik ve beraat alanlarla alakalı, yargı reformu kapsamında düzenleme yapılacağı yazılıyor. Bu düzenlemeyle beraber haklarının teslim edileceği yazılıyor. Böyle bir şey olursa, bu hukuka karşı çok büyük bir saygısızlık olur. En başta da, şu an kürsüde görev yapan hakim ve savcılara karşı çok büyük bir saygısızlık olur. Kürsüdeki meslektaşlarım bu duruma karşı çıkması gerekir. Takipsizlik, beraat almış ya da adli işlemi olmayan bir kişiyle alakalı her hangi bir düzenleme yapmaya ihtiyaç yoktur. Böyle bir düzenleme yapıldığı taktirde dünya tarihine geçeriz. Hukuk kitaplarında okutulan bir garabet düzenlemeye imza atmış oluruz. Hiç bir vakit kaybedilmeksizin takipsizlik, beraat alanlar ya da adli işlemi olmayanlar bütün haklarına kavuşmalıdır. Yargılamalar adil hale gelmelidir. Ancak takipsizlik, beraat alanlar ya da adli işlemi olmayanlarla alakalı söylemleri; ya da hukukun temel evrensel ilkelerinin, tamamı anayasamızda ve mevzuatta yazılı olan ilkelerinin yargı reformu gibi sunulmasını da ben şu şekilde yorumluyorum: İnsanları bir beklenti içerisine sokuyorlar ve beklenti içerisindeki mağdurlar harekete geçmiyorlar. Beklentiyi bir kenara bırakın ve harekete geçin.

Tüm KHK lılar buldukları tüm platformları değerlendirerek; sosyal medyada, sokakta, kahvede, kahvede bu konuları anlatmalıdır. Bu yapılanların haksızlık olduğunu, hukuksuz olduğunu yılmadan anlatmaya devam etmeliyiz.Algıları ancak bu şekilde yıkabiliriz.

Her koşulda hukuk içerisinde kalıyoruz. Kalmalıyız. Karşımızda bir hukuk devleti var. Hukukun tüm ilkeleri işliyormuş gibi tüm haklarımızı kullanmalı ve her aşamada hukuku hatırlatmalıyız.

Üslubumuzu bozmamalı, usule riayet etmeliyiz. Ben de bunu korumaya çalışıyorum. Bu şekilde davrandığım için birçok bürokratla, birçok siyasi ile ve hatta görevde olan çok sayıda hakim savcı meslektaşımızla onlarca, belki sayısı yüzleri bulan görüşmeler yaptım. Ve emin olun kamuda şu an görevli olan birçok bürokratımız, birçok hakim savcımız ve hatta siyasiler, iktidar partisinin siyasileri dahil, bu süreçten rahatsızlar. Birebir görüşmelerde, bu sürecin hukuksuz olduğuna herkes ama herkes hemfikir.

Biliyorsunuz, sosyal medyayı elimden geldiğince aktif kullanmaya çalışıyorum. Tüm KHK lılara sosyal medyayı aktif olarak kullanmalarını öneriyorum. Şimdiye kadar kendi adım haricinde hiçbir hesabım olmadı, hiçbir ikinci hesabım olmadı. Yazdığım her şeyi kendi adımla yazdım. Tamamen şeffaf bir hayatım var. Çünkü çekindiğim herhangi bir şey yok. Yaptığım her şey hukuk içerisinde.

Hukuk içerisinde kalarak, tüm sivil toplum örgütlerine destek olmaya çalışıyorum. Hak arayışının olduğu her yerde bulunmaya çalışıyorum. Tüm KHK lıları da sivil toplum örgütleriyle birlikte hak arayış mücadelesinin içinde yer almaya davet ediyorum. Herkes ama herkes bilmelidir ki, KHK lılar bu ülkenin umududur. Toplumsal barışın sağlanması, huzurun yeniden tesis edilmesi için KHK lılar umuttur.

Çünkü hukuksuzluğu damarlarında hissetmiş ve bu HİSSE rağmen, hukuksuzluğa sapmamış insanlar ancak toplumsal barışı sağlayabilirler.

KHK larla ihraç edilenlerin yüzde 100’e yakını üniversite mezunudur. Yaklaşık yüzde 20’si de yüksek lisans ve doktora yapmış insanlardır. Bu ülkenin yetişmiş, donanımlı, deneyimli kapasitesidir. Bu insanlar yeniden üretime kazandırılmadan ülkenin ekonomisinin düzelme şansı da yoktur. Dolayısıyla ekonomik düzelme adına, ülkemizin kalkınması adına da KHK lılar ülkemizin umududur.

Ben askerdim değil, ben askerim. Üniformayı bedenime giymedim. O üniformayı ben ruhuma giydim. Dolayısıyla benim korkmaya hakkım yoktu. Ama hiçbirimiz korkmamalıyız. Korkmamızı gerektirecek hiçbir sebebimiz yok.

Bu süreç bize önemli kazanımlar getirdi, sağladı. Kimliği ne olursa olsun mağdurun yanında olmalıyız. Kimliği, yapan kim olursa olsun zalimin karşısında olmalıyız.

5-6 Ekim tarihinde, ülkenin umudu olduğumuzu, ülkenin bir anlamda bizden başka çaresi olmadığını vurgulayalım.

Unutmayalım. KHK lar gidecek biz kalacağız.